Babam tüm ümitlerini bir valize yerleştirip 1970’lerin sonlarında ayrılmış evden. Gurbete çıkmış, umuda yolculuk yani. Daha iyi bir gelecek için, düşmüş Avrupa yollarına. Daha iyi şartlarda okumamız ve büyümemiz için. Bu niyetle ayrılmış evden. Ben 2 yaşındaymışım, babam evden ayrıldığında. Kız kardeşim henüz dünyaya gelmemiş. Babam ayrıldıktan 3 ay sonra dünyaya gelmiş. Sırdaşım o benim…
Köyde yaşıyoruz, dedem ve ninem ile birlikte. Hayal meyal hatırlıyorum. Babam kaset doldurup gönderirdi. O zamanlar köyde her evde kasetçalar yok. Babam bizler için her seferinde kaset doldurup gönderdiğinde içimi ayrı bir heyecan sarar ve dedemin muhtarın evinden kasetçaları getirmesini beklerdim. Annem bana her defasında, “Dinle, babanın sesi bu” derdi.
Babamın sesini duyunca özlem ve hasret duygularıyla hayallere dalıp gidiyordum. O’nu çok özlüyordum. Bir gün iki kaset geldiğini duydum. İkinci kaseti bize dinletmediler. Dedem bizi odadan çıkardı. Bir anlam verememiştim o zamanlar. Annemin ağlamaklı bir şekilde odadan çıktığını gördüm. Gözyaşlarını silerek, bize belli etmemeye çalıştığını farkettim. Sadece kızkardeşime ve bana sımsıkı sarıldığını hatırlıyorum. Ardından dedemin kızgın bir halde odadan çıktığını gördüm, üzgün olduğu her halinden belliydi. Yıllar sonra anladım ki oda babama çok kızmış. Mektup yazmışlar babama geri dönmesi için, fakat babam hem yurtdışından dönmemekte, hem de annemi boşamakta kararlıydı.
Bir yaz gününde annemin elinde bir bohçası vardı. Galiba evden ayrılmak için bohçasını hazırlamıştı. Annem kızkardeşimi ve beni öptü kokladı. Gözyaşları içinde bizi sıkıca bağrına bastı. Konuşurken kelimeler boğazında düğümleniyordu. Sonunda dayanamadı ve sesli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Nenem, “Kızım, hakkini helal et” dedi.
Annem gözlerden kaybolurken, ninem bizi teskin etmek için ağlayarak bağrına basıyor, başımızı okşuyordu. Geride yalnız kalan annesiz babasız iki kardeş, annemizin gittiği yoldan geri dönmesini umut ederek öylece kalakaldık. Çaresizliğin, güçsüzlüğün küçük parmaklarımızı bomboş bırakmasıydı adetâ.
Zaman geçiyor, fakat hep babamın bizi gelip götüreceğini bekliyordum. Babam bir türlü gelmedi. Kızkardeşim annemin yokluğuna hiç alışamadı. Hastalandı, birçok kez şahit oldum, “Anne, anne” diyerek hıçkırıklara boğulmasına.
Annemin neden gittiğine anlam veremiyordum bir türlü. O’na kızıyordum, bizleri bırakıp gittiği için. Ninem ve dedem, annemin ve babamın yokluğunu yaşatmamak için üzerimize titriyor, ellerinden gelen fedakârlığı yapıyorlardı.
İlkokulu bitirmiştim, babam beni yanına, Almanya’ya getirdi. Kızkardeşimi ise nenem ve dedem ihtiyarlık dönemimde onlara bakması için ülkede bırakmıştı.
Babam Alman bir kadınla yeni bir evlilik yapmıştı. Alman kadını hiçbir zaman benimseyemedim ve O’nunla sürekli tartışıyorduk. Babam ile de bu sorunlar yüzünden iletişim gittikçe zayıflamıştı. Babam ile hiçbir bağ kuramıyordum. Saçımı okşamasını, bana sarılmasını o kadar çok istiyordum ki. Yok! Bir ev içinde birbirimize yabancıydık.
Anne yokluğunu hissediyor ve hissettikçe annemi suçluyordum. Neden bizi bırakıp gitmişti? Annemin bizden ayrılmasına sebep olacak ne tür bir etken vardı? Annem gittikten sonra bir daha görmemiştim. Çok sonraları annemin de yeni bir evlilik yaptığını duyduğumda O’na daha çok kızmıştım. Neden O’nu sorumlu tutuyordum bilemiyorum.
Kızkardeşimin sesini telefonda duydukça ikimiz de ağlıyorduk karşılıklı. Zaman böyle geçip gitti. Kaç gece gizliden ağladım. Yalnızdım…
Okulda başarı gösteremedim. Bir meslek eğitimine de başlamadım. Babam beni bir restorana çalışmam için yerleştirdi. İş arkadaşlarımın yanında kalmaya başladım. Babam ile olan bağım gittikçe kopuyordu.
Kızkardeşimi çok erken yaşta evlendirdiler. Bizim bölgede ne yazık ki o dönemlerde kız çocukları çocuk denilecek yaşta evlendiriliyorlardı. Düğününde bulunamadım. Zaten haberi aldığımda düğünü olmuştu kardeşimin.
Çalıştığım iş yerine teyzem gelmiş. Sormuş soruşturmuş, beni bulmuş. Öfkelendim, neden geldiğini sordum, sert bir dille. Teyzem dedi ki, “Annen sesini duymak istiyor.” “Şimdi mi geldim aklına? Yıllarca O’nsuz büyüdük anne kucağına hasret” dedim.
O ana kadar tüm yaşadıklarımdan annemi sorumlu tutuyordum. Annemin görüşme isteğini reddettim. Kendimi dışarıya atınca evden, hüngür hüngür ağladım… Anne sevgisinden mahrum büyüdüm, bir babanın koruyucu ve şefkatini, sevgisini görmedim. Yüreğim paramparça, yüreğim yanıyor.
Teyzem belirli aralıklarla geldi. Beni dinledi, benimle ağladı. Saçlarımı okşadı. Beni dinledikçe ağladı. Bir fotoğraf ve bir çift işlenmiş çorap ile geldi bir gün Teyzem. Usulca bana verdi. “Üşümesin ayakları” demiş annem. “Ayakları hep üşürdü” demiş. “Annem mi?” diye sordum. “Annen” dedi teyzem. Arayamadım… Cesaret edemedim… O’nun çocukları var…
Yine bir yaz günü teyzemin ısrarıyla kızkardeşimi ve yeğenimi de alıp annemin yaşadığı köye doğru yola koyulduk. Yolda kaç defa durduk. Karışık duygular içindeyim. “O’nun başka bir ailesi var” diyorum kendi kendime…
Annemin yaşadığı köye vardık. Aradan 15 yıl geçmiş. Annemin arabaya doğru hızlı adımlarla geldiğini gördüm. Yanımıza vardı. “Oğlum” dedi. Bu sese hıçkırıklar feryatlar karıştı. Aklı başından gitmiş gibiydi bizi görünce karşısında. Üçümüz de bir birbirimize sarıldık.
Annem bir an bayıldı. Etrafımızdaki herkes ağlıyor. Annem ihtiyarlamıştı, çökmüştü…
Annem şoku atlattıktan sonra kendine geldi. Bizi neden terkettiğini sorduğumda verdiği cevap bir kelimeydi: “Kader.”
Bu kelime yaşanan acıların ve ayrılıkların özetiydi. Bunca çekilen çilenin sebebi, küçücük ayakları üşüyen yavrularını terketmek zorunda bırakılmışlığın cevabıydı.
NOT: Dostum, arkadaşım, umarım hikâyeni istediğin gibi yazmışımdır. Selamlar…